Türkçe
Kurdî

Tâhâ Suresi

(Bu sure Mekke’de indirilmiş olup 135 ayettir.)

Er-Rahmân ve Er-Rahîm olan Allah’ın adıyla (okumaya başlıyorum.)





طٰهٰۜ 1

1. Tâ, Hâ.


مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ 2

2. Biz sana, bu Kur’ân’ı sıkıntı çekmen için indirmedik.

Allah Resûlü (sav), müşrikler Kur’ân’a iman etmiyor diye sıkıntı çekiyor, üzülüyordu (18/Kehf, 6). Allah (cc), üzülmemesini (35/Fâtır, 8), Allah’a tevekkül etmesini (9/Tevbe, 129), onların iman etmeyişinde Resûl’ün bir sorumluluğunun olmadığını (2/Bakara, 272), Allah’ın ve müminlerin desteğinin Nebi için yeterli olacağını (8/Enfâl, 62) belirterek teselli etti.


اِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشٰىۙ 3

3. (Aksine) Allah’tan korkanlara bir öğüt/hatırlatma olsun (diye indirdik).


تَنْز۪يلًا مِمَّنْ خَلَقَ الْاَرْضَ وَالسَّمٰوَاتِ الْعُلٰىۜ 4

4. O, yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından indirilmiştir.


اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى 5

5. Er-Rahmân arşa istiva etti.


لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرٰى 6

6. Göklerde, yerde, ikisi arasında ve nemli toprak altında olan her şey O’na aittir.


وَاِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَاِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَاَخْفٰى 7

7. Sözü açıktan söylesen de (söylemesen de fark yoktur). O, sır olanı (içinden geçeni) ve ondan daha kapalı olanı (henüz içinden dahi geçmemiş olanı) bilir.


اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى 8

8. Allah... O’ndan başka (ibadeti hak eden) hiçbir ilah yoktur. En güzel isimler O’na aittir.


وَهَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ مُوسٰىۢ 9

9. Musa’nın haberi sana geldi mi?


اِذْ رَاٰ نَارًا فَقَالَ لِاَهْلِهِ امْكُثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًا لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِقَبَسٍ اَوْ اَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى 10

10. Hani bir ateş görmüştü de ailesine demişti ki: “Burada kalın! Ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor getirmeyi ya da onun yanında (yol gösterecek) bir rehber bulmayı umuyorum.”


فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ يَا مُوسٰى 11

11. Oraya varınca kendisine: “Ey Musa!” diye seslenilmişti.


اِنّ۪ٓي اَنَا۬ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ 12

12. “Şüphesiz ki ben, (evet) ben, senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen, mukaddes vadide, Tuva’dasın.”


وَاَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِعْ لِمَا يُوحٰى 13

13. “Ben, seni seçtim. Vahyedilene kulak ver.”


اِنَّن۪ٓي اَنَا اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدْن۪يۙ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ لِذِكْر۪ي 14

14. “Şüphesiz ki ben, Allah’ım. Benden başka (ibadeti hak eden) hiçbir ilah yoktur. Bana ibadet et. Beni zikretmek için namaz kıl.”


اِنَّ السَّاعَةَ اٰتِيَةٌ اَكَادُ اُخْف۪يهَا لِتُجْزٰى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعٰى 15

15. “Kıyamet gelecektir/kopacaktır. Her nefis çabasının karşılığını alsın diye, neredeyse onu (kendimden dahi) gizleyeceğim.”


فَلَا يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوٰيهُ فَتَرْدٰى 16

16. “Sakın ona inanmayan ve hevasına/arzusuna uyan kimse, seni ona (iman etmekten) alıkoymasın. Sonra helak olursun.”


وَمَا تِلْكَ بِيَم۪ينِكَ يَا مُوسٰى 17

17. “Sağ elinde (tuttuğun) nedir ey Musa?”


قَالَ هِيَ عَصَايَۚ اَتَوَكَّؤُ۬ا عَلَيْهَا وَاَهُشُّ بِهَا عَلٰى غَنَم۪ي وَلِيَ ف۪يهَا مَاٰرِبُ اُخْرٰى 18

18. Demişti ki: “O benim asamdır. Ona yaslanıyorum, onunla hayvanlarıma yaprak çırpıyorum ve daha başka işlerimde ondan faydalanıyorum.”


قَالَ اَلْقِهَا يَا مُوسٰى 19

19. Buyurdu ki: “Onu at ey Musa!”


فَاَلْقٰيهَا فَاِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعٰى 20

20. Onu atıverdi. (Bir de ne görsün) o, hareket eden bir yılana dönüşüvermiş.


قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ۠ سَنُع۪يدُهَا س۪يرَتَهَا الْاُولٰى 21

21. Buyurdu ki: “Al onu! Korkma, biz onu ilk hâline geri çevireceğiz.”


وَاضْمُمْ يَدَكَ اِلٰى جَنَاحِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍ اٰيَةً اُخْرٰىۙ 22

22. “Elini koltuğunun altına sok! Hiçbir kötülük/hastalık olmaksızın bembeyaz çıksın. (Bu da) başka bir ayet/mucize.”


لِنُرِيَكَ مِنْ اٰيَاتِنَا الْكُبْرٰىۚ 23

23. “(Böyle yap ve sonucu gör ki) sana büyük ayetlerimizden/mucizelerimizden birini gösterelim.”


اِذْهَبْ اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰى۟ 24

24. “Firavun’a git! O, haddi aştı/tağutlaştı.”


قَالَ رَبِّ اشْرَحْ ل۪ي صَدْر۪يۙ 25

25. (Musa) demişti ki: “Rabbim! Göğsümü genişlet!”


وَيَسِّرْ ل۪ٓي اَمْر۪يۙ 26

26. “İşimi kolaylaştır.”


وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَان۪يۙ يَفْقَهُوا قَوْل۪يۖ 27-28

27-28. “Dilimdeki bağı/düğümü çöz ki; sözümü anlayabilsinler.”


وَاجْعَلْ ل۪ي وَز۪يرًا مِنْ اَهْل۪يۙ 29

29. “Ailemden bir vezir/yardımcı ihsan et bana.”


هٰرُونَ اَخ۪يۚ 30

30. “Kardeşim Harun’u.”


اُشْدُدْ بِه۪ٓ اَزْر۪يۙ 31

31. “Onunla gücümü pekiştir.”


وَاَشْرِكْهُ ف۪ٓي اَمْر۪يۙ 32

32. “Onu (davet) görevime ortak et.”


كَيْ نُسَبِّحَكَ كَث۪يرًاۙ 33

33. “Ta ki seni çokça tesbih edelim.”


وَنَذْكُرَكَ كَث۪يرًاۜ 34

34. “Çokça zikredelim.”


اِنَّكَ كُنْتَ بِنَا بَص۪يرًا 35

35. “Şüphesiz ki sen, bizi görensin.”


قَالَ قَدْ اُو۫ت۪يتَ سُؤْلَكَ يَا مُوسٰى 36

36. Buyurdu ki: “İstediğin sana verildi ey Musa!”


وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَيْكَ مَرَّةً اُخْرٰىۙ 37

37. “Andolsun ki, bir seferinde daha sana iyilikte bulunmuştuk.”


اِذْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّكَ مَا يُوحٰىۙ 38

38. “Hani annene (senin kurtuluşun için) vahyolunması gerekeni vahyediyorduk.”


اَنِ اقْذِف۪يهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِف۪يهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَأْخُذْهُ عَدُوٌّ ل۪ي وَعَدُوٌّ لَهُۜ وَاَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنّ۪يۚ وَلِتُصْنَعَ عَلٰى عَيْن۪يۢ 39

39. “(Şöyle vahyetmiştik: Onu) tabuta koy, (sonra tabutu) nehre bırak. Su onu sahile atsın/çıkarsın. Benim ve onun düşmanı onu alsın. Gözlerimin önünde yetiştirilesin diye, senin üzerine bir sevgi bıraktım. (Seni her gören sever.)”


اِذْ تَمْش۪ٓي اُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى مَنْ يَكْفُلُهُۜ فَرَجَعْنَاكَ اِلٰٓى اُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَۜ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا۠ فَلَبِثْتَ سِن۪ينَ ف۪ٓي اَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلٰى قَدَرٍ يَا مُوسٰى 40

40. “Hani kız kardeşin yürüyor ve: ‘Ona iyi bakacak/bakımını üstlenecek birilerini göstereyim mi size?’ diyordu. Gözleri aydın/içi ferah olsun ve üzülmesin diye seni, annene geri çevirdik. Bir insanı öldürmüştün de seni (o cinayetin) derdinden/tasasından kurtarmış ve seni çeşitli imtihanlara tabi tutmuştuk. Medyen halkı arasında senelerce kalmış, sonra da (belirlenmiş) bir kaderle buraya (Mısır’a) gelmiştin ey Musa!”


وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْس۪يۚ 41

41. “Ben seni kendim için (risalet davasını yüklenesin diye) seçip yetiştirdim.”


اِذْهَبْ اَنْتَ وَاَخُوكَ بِاٰيَات۪ي وَلَا تَنِيَا ف۪ي ذِكْر۪يۚ 42

42. “Sen ve kardeşin ayetlerimle (Firavun’a) gidin ve beni zikretmekte gevşeklik göstermeyin.”

Firavunî sistemlerle mücadelede, Allah’ı (cc) anmak/zikretmek, muvahhidin en önemli güç kaynağıdır. Zira Allah’ı anan, Allah (cc) tarafından anılır (2/Bakara, 152).

İsmi Mele-i A’lâ’da övgüyle geçen biri yeryüzünün en güçlülerindendir. Çünkü arkasında Mele-i A’lâ’nın görünmez orduları vardır. Firavunların tehditleri karşısında Allah’ı anmak, kalbi teskin edip yatıştıran (13/Ra’d, 28) ve ayakları sabit kılan (8/Enfâl, 45) bir etkiye sahiptir.


اِذْهَبَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىۚ 43

43. “İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o azgınlaştı.”


فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى 44

44. “Ona yumuşak bir söz söyleyin. Umulur ki öğüt alır ya da korkar.”

Firavun’a söylenen yumuşak söz için bk. 79/Nâziât, 17-19


قَالَا رَبَّنَٓا اِنَّنَا نَخَافُ اَنْ يَفْرُطَ عَلَيْنَٓا اَوْ اَنْ يَطْغٰى 45

45. Demişlerdi ki: “Rabbimiz! Şüphesiz ki onun, bize karşı taşkınlığından ve azgınlaşmasından korkuyoruz.”


قَالَ لَا تَخَافَٓا اِنَّن۪ي مَعَكُمَٓا اَسْمَعُ وَاَرٰى 46

46. Buyurmuştu ki: “Korkmayın! Hiç kuşkusuz ben, sizinle beraberim; işitiyor ve görüyorum.”


فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى 47

47. “Ona varın ve deyin ki: ‘Şüphesiz ki biz, Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını bizimle beraber yolla, onlara azap etme! Muhakkak sana, Rabbinden ayetle/mucizeyle geldik. Selam, hidayete tabi olanların üzerine olsun.’ ”


اِنَّا قَدْ اُوحِيَ اِلَيْنَٓا اَنَّ الْعَذَابَ عَلٰى مَنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰى 48

48. “Doğrusu bize şöyle vahyolundu: ‘Azap, yalanlayan ve yüz çevirenlerin üzerinedir.’ ”


قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى 49

49. (Firavun) demişti ki: “Sizin Rabbiniz kimdir ey Musa?”


قَالَ رَبُّنَا الَّذ۪ٓي اَعْطٰى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدٰى 50

50. “Rabbimiz, her şeye hilkatini (cinsine en uygun olanı) veren ve sonra da yol gösterendir.” demişti.


قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْاُولٰى 51

51. (Firavun) demişti ki: “Geçmişte olanlar ne olacak o hâlde?”

Firavun hak karşısında söyleyecek söz bulamayınca her dönemin en kullanışlı kozu olan “geçmiş kartını” kullandı. Musa’nın (as) daveti kendilerine ulaşmadan ölenler ne olacaktı? Onlar putlara tapıyordu. Neden Musa’nın (as) anlattığı doğrulara ulaşamamışlardı? Yoksa insanların yücelttiği ataları Musa’ya (as) göre azabı hak eden şaşkınlar mıydı? Hak karşısında söyleyecek hiçbir sözü olmayanların, zaman zaman gündeme getirdiği bu soru, kutsanan ataların hükmünü gündeme getirip, insanları tevhid davetçileri aleyhine kışkırtmak ve davetçileri sonu gelmez bir tartışmanın içine çekmek içindir. Asırlar sonra akrabalarını Allah Resûlü’ne (sav) kışkırtmak ve aşiret himayesini kaldırmak için Ebu Cehil’in: “Sorun bakalım Muhammed’e! Onu büyüten, Kureyş’in efendisi Abdulmuttalib nerede?” sorusu aynı amaca matuftur.

Bu ve benzeri sorulara nasıl cevap verilmelidir? Kendisine Kitap, ilim ve hikmet verilmiş Musa (as) şöyle cevap vermiştir:


قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪ي ف۪ي كِتَابٍۚ لَا يَضِلُّ رَبّ۪ي وَلَا يَنْسٰىۘ 52

52. Demişti ki: “Onların bilgisi, Rabbimin yanında bir Kitap’tadır. Rabbim, şaşırmaz da unutmaz da.”


اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى 53

53. (O Rab ki) yeryüzünü sizin için (üzerinde yaşayıp istikrar bulduğunuz) bir döşek yapan, sizin için orada yollar açan ve gökyüzünden su indirendir. O (su) sayesinde çeşitli bitkilerden çift çift çıkarmışızdır.


كُلُوا وَارْعَوْا اَنْعَامَكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ 54

54. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın (diye)... Şüphesiz ki bunda, akıl sahipleri için (ibret alınacak) ayetler vardır.


مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَف۪يهَا نُع۪يدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً اُخْرٰى 55

55. Sizi ondan (topraktan) yarattık, ona geri çeviririz, bir kere daha sizi ondan çıkarırız/diriltiriz.


وَلَقَدْ اَرَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا كُلَّهَا فَكَذَّبَ وَاَبٰى 56

56. Andolsun ki (Firavun’a), bütün ayetlerimizi gösterdik. O, yalanladı ve (inanmamakta) diretti.


قَالَ اَجِئْتَنَا لِتُخْرِجَنَا مِنْ اَرْضِنَا بِسِحْرِكَ يَا مُوسٰى 57

57. Dedi ki: “Yaptığın büyüyle bizleri yurtlarımızdan sürüp çıkarmak için mi geldin ey Musa?”


فَلَنَأْتِيَنَّكَ بِسِحْرٍ مِثْلِه۪ فَاجْعَلْ بَيْنَنَا وَبَيْنَكَ مَوْعِدًا لَا نُخْلِفُهُ نَحْنُ وَلَٓا اَنْتَ مَكَانًا سُوًى 58

58. “Kesinlikle biz de onun benzeri bir büyü ile sana geleceğiz. Bizimle senin aranda, bir buluşma yeri ve zamanı belirle. Ne biz ne de sen (sözümüzden) dönelim. (Belirlediğin mekân) hepimize eşit mesafede/düzlük bir alan olsun.”


قَالَ مَوْعِدُكُمْ يَوْمُ الزّ۪ينَةِ وَاَنْ يُحْشَرَ النَّاسُ ضُحًى 59

59. Demişti ki: “Buluşma bayram günü olsun ve insanlar kuşluk vaktinde toplansınlar.”


فَتَوَلّٰى فِرْعَوْنُ فَجَمَعَ كَيْدَهُ ثُمَّ اَتٰى 60

60. Firavun arkasını dönüp gitti. Hilesini toplayıp geldi.


قَالَ لَهُمْ مُوسٰى وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللّٰهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍۚ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرٰى 61

61. Musa onlara demişti ki: “Yazıklar olsun size! Allah’a yalan uydurarak iftira etmeyin. (Yoksa) bir azapla kökünüzü kurutur. Muhakkak ki iftira eden kaybetmiştir.”


فَتَنَازَعُٓوا اَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ وَاَسَرُّوا النَّجْوٰى 62

62. Aralarında durum değerlendirmesi yapıp tartışmaya ve gizlice fısıldaşmaya başladılar.


قَالُٓوا اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُر۪يدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَر۪يقَتِكُمُ الْمُثْلٰى 63

63. Dediler ki: “Şüphesiz ki bu ikisi, sizleri yaptıkları büyüyle yurdunuzdan sürüp çıkarmaya ve (bugüne kadar ciddi çabalar harcayarak kurduğunuz) en ideal sistemi silip yok etmeye çalışan iki sihirbazdır.”


فَاَجْمِعُوا كَيْدَكُمْ ثُمَّ ائْتُوا صَفًّاۚ وَقَدْ اَفْلَحَ الْيَوْمَ مَنِ اسْتَعْلٰى 64

64. “Hilelerinizi/üstün becerilerinizi birleştirin ve gruplar hâlinde gelin. Bugün kim üstün gelirse o kurtulmuştur.”


قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِمَّٓا اَنْ تُلْقِيَ وَاِمَّٓا اَنْ نَكُونَ اَوَّلَ مَنْ اَلْقٰى 65

65. Demişlerdi ki: “Ey Musa! (Dilersen) önce asanı sen atarsın veya ilk atan biz oluruz.”


قَالَ بَلْ اَلْقُواۚ فَاِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ اِلَيْهِ مِنْ سِحْرِهِمْ اَنَّهَا تَسْعٰى 66

66. Demişti ki: “(Hayır!) Bilakis, önce siz atın!” (Birde ne görsün) ipleri ve asaları, yaptıkları büyü nedeniyle, gerçekten hareket ediyor gibi geldi ona.


فَاَوْجَسَ ف۪ي نَفْسِه۪ خ۪يفَةً مُوسٰى 67

67. Musa, içinden bir korku duymaya başlamıştı.


قُلْنَا لَا تَخَفْ اِنَّكَ اَنْتَ الْاَعْلٰى 68

68. Buyurduk ki: “Korkma! Şüphesiz ki sen, elbette, üstün olansın.”


وَاَلْقِ مَا ف۪ي يَم۪ينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُواۜ اِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍۜ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ اَتٰى 69

69. “At sağ elindekini! Onların yaptıklarını yutacaktır. Onların yaptığı yalnızca bir büyücü hilesidir. Ve büyücü ne yaparsa yapsın, kurtuluşa eremez/başarılı olamaz.”


فَاُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُٓوا اٰمَنَّا بِرَبِّ هٰرُونَ وَمُوسٰى 70

70. (Yaşananlar üzerine) sihirbazlar secdeye kapanmış: “Harun’un ve Musa’nın Rabbine iman ettik.” demişlerdi.


قَالَ اٰمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ اَنْ اٰذَنَ لَكُمْۜ اِنَّهُ لَكَب۪يرُكُمُ الَّذ۪ي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَۚ فَلَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ ف۪ي جُذُوعِ النَّخْلِۘ وَلَتَعْلَمُنَّ اَيُّنَٓا اَشَدُّ عَذَابًا وَاَبْقٰى 71

71. (Firavun) demişti ki: “Size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi? Şüphesiz ki o, size sihir öğreten büyüğünüzdür. Ellerinizi ayaklarınızı çaprazlama kesecek ve sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve kalıcı olduğunu da bileceksiniz.”


قَالُوا لَنْ نُؤْثِرَكَ عَلٰى مَا جَٓاءَنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذ۪ي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَٓا اَنْتَ قَاضٍۜ اِنَّمَا تَقْض۪ي هٰذِهِ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۜ 72

72. Demişlerdi ki: “Seni, bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratan (Allah’a) tercih etmeyeceğiz. Ne hüküm vereceksen ver! Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin.”


اِنَّٓا اٰمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَٓا اَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِۜ وَاللّٰهُ خَيْرٌ وَاَبْقٰى 73

73. “Şüphesiz ki günahlarımızı/hatalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihirbazlığı bağışlasın diye, Rabbimize iman ettik. Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”


اِنَّهُ مَنْ يَأْتِ رَبَّهُ مُجْرِمًا فَاِنَّ لَهُ جَهَنَّمَۜ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰى 74

74. Hiç kuşkusuz, kim Rabbine suçlu bir günahkâr olarak gelirse elbette, ona cehennem vardır. Orada ne ölür (ki kurtulsun), ne de dirilir (ki faydalansın).


وَمَنْ يَأْتِه۪ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ الْعُلٰىۙ 75

75. Kim de O’na salih ameller yapmış bir mümin olarak gelirse bunlar için yüksek dereceler vardır.


جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ جَزٰٓؤُ۬ا مَنْ تَزَكّٰى۟ 76

76. Altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları Adn Cennetleri... Bu, arınan kimsenin mükâfatıdır.


وَلَقَدْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰٓى اَنْ اَسْرِ بِعِبَاد۪ي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَر۪يقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًاۚ لَا تَخَافُ دَرَكًا وَلَا تَخْشٰى 77

77. Andolsun ki Musa’ya şöyle vahyettik: “Kullarımla gece yola çık. Onlara denizde kuru bir yol aç. (Firavun’un size) yetişmesinden korkmadan ve endişe etmeden (yoluna devam et).”


فَاَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِه۪ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْۜ 78

78. Firavun, askerleriyle onları takibe koyuldu. (Onlara yetişemeden) denizden kuşatan, (boğucu dalgalar) onları kuşatıverdi.


وَاَضَلَّ فِرْعَوْنُ قَوْمَهُ وَمَا هَدٰى 79

79. Firavun kavmini saptırdı. Doğru yola iletmedi.


يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ قَدْ اَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ عَدُوِّكُمْ وَوٰعَدْنَاكُمْ جَانِبَ الطُّورِ الْاَيْمَنَ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰى 80

80. Ey İsrailoğulları! Muhakkak ki sizleri düşmanlarınızdan kurtarmış ve sizinle (buluşmak için) Tur Dağı’nın sağ tarafı için sözleşmiş, üzerinize de kudret helvası ve bıldırcın eti indirmiştik.


كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا ف۪يهِ فَيَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَب۪يۚ وَمَنْ يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَب۪ي فَقَدْ هَوٰى 81

81. Size rızık olarak verdiklerimin temiz olanlarından yiyin. Onda haddi aşmayın. Yoksa gazabım size vacip olur. Kime de gazabım vacip olmuşsa, şüphesiz ki helak olmuştur.


وَاِنّ۪ي لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدٰى 82

82. Şüphesiz ki ben; tevbe eden, iman eden, salih amel işleyen ve hidayete eren kimselere karşı çok bağışlayıcıyım.


وَمَٓا اَعْجَلَكَ عَنْ قَوْمِكَ يَا مُوسٰى 83

83. “Kavmini bırakıp aceleyle (bize gelmenin) nedeni nedir ey Musa?”


قَالَ هُمْ اُو۬لَٓاءِ عَلٰٓى اَثَر۪ي وَعَجِلْتُ اِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضٰى 84

84. Demişti ki: “Onlar benim peşimde (onları bıraktığım hâl üzereler). Rabbim sana aceleyle geldim ki, benden razı olasın.”


قَالَ فَاِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِنْ بَعْدِكَ وَاَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ 85

85. Buyurmuştu ki: “Şüphesiz ki biz, senden sonra kavmini (dinlerinde) imtihan ettik ve Samiri onları saptırdı.”


فَرَجَعَ مُوسٰٓى اِلٰى قَوْمِه۪ غَضْبَانَ اَسِفًاۚ قَالَ يَا قَوْمِ اَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْدًا حَسَنًاۜ اَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ اَمْ اَرَدْتُمْ اَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَاَخْلَفْتُمْ مَوْعِد۪ي 86

86. Musa öfkeli ve üzgün bir hâlde kavmine dönmüş ve: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel vaadde bulunmadı mı? Ne o, yoksa size verilen süre uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizin gazabı size vacip olsun istediniz de, ondan mı bana verdiğiniz sözden döndünüz?”


قَالُوا مَٓا اَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلٰكِنَّا حُمِّلْنَٓا اَوْزَارًا مِنْ ز۪ينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذٰلِكَ اَلْقَى السَّامِرِيُّۙ 87

87. Dediler ki: “Sana verdiğimiz sözden irademizle dönmedik. Biz (Firavun ve kavminin) ziynet eşyalarını yüklenmiştik. Onları (ateşe) attık, aynı şekilde Samiri de attı.”


فَاَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ فَقَالُوا هٰذَٓا اِلٰهُكُمْ وَاِلٰهُ مُوسٰى فَنَسِيَۜ 88

88. Onlara buzağı suretinde böğüren bir heykel çıkarmış ve: “İşte sizin de Musa’nın da ilahı budur. Fakat (Musa) unuttu.” demişlerdi.


اَفَلَا يَرَوْنَ اَلَّا يَرْجِعُ اِلَيْهِمْ قَوْلًاۙ وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا۟ 89

89. Ona (bir şey dediklerinde) kendilerine cevap vermediğini, onlar için bir fayda sağlamadığını ve zararı da defedemediğini görmüyorlar mı?


وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هٰرُونُ مِنْ قَبْلُ يَا قَوْمِ اِنَّمَا فُتِنْتُمْ بِه۪ۚ وَاِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمٰنُ فَاتَّبِعُون۪ي وَاَط۪يعُٓوا اَمْر۪ي 90

90. Andolsun ki, daha önce Harun şöyle demişti: “Kavmim! Siz ancak bununla fitneye düşürüldünüz. Şüphesiz ki sizin Rabbiniz Er-Rahmân’dır. Bana uyun ve emrime itaat edin.”


قَالُوا لَنْ نَبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِف۪ينَ حَتّٰى يَرْجِعَ اِلَيْنَا مُوسٰى 91

91. Demişlerdi ki: “Musa geri dönünceye kadar, onun başında beklemeye devam edeceğiz.”


قَالَ يَا هٰرُونُ مَا مَنَعَكَ اِذْ رَاَيْتَهُمْ ضَلُّواۙ 92

92. Demişti ki: “Ey Harun! Onların saptığını gördüğün hâlde, seni (bir şeyler yapmaktan) alıkoyan nedir?”


اَلَّا تَتَّبِعَنِۜ اَفَعَصَيْتَ اَمْر۪ي 93

93. “Niye peşimden gelmedin? Yoksa emrime karşı mı geldin?”


قَالَ يَبْنَؤُ۬مَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَت۪ي وَلَا بِرَأْس۪يۚ اِنّ۪ي خَش۪يتُ اَنْ تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْل۪ي 94

94. (Harun:) “Ey anamın oğlu! Sakalımı saçımı çekiştirme! ‘İsrailoğullarını böldün, sözümü dinlemedin.’ demenden korktum.” demişti.


قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيُّ 95

95. Dedi ki: “Senin durumun nedir/neden böyle bir şey yaptın ey Samiri?”


قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِه۪ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِنْ اَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذٰلِكَ سَوَّلَتْ ل۪ي نَفْس۪ي 96

96. Dedi ki: “Onların görmediğini gördüm. Elçinin/meleğin izinden bir avuç aldım ve attım. Nefsim bana böylesini hoş gösterdi.”


قَالَ فَاذْهَبْ فَاِنَّ لَكَ فِي الْحَيٰوةِ اَنْ تَقُولَ لَا مِسَاسَۖ وَاِنَّ لَكَ مَوْعِدًا لَنْ تُخْلَفَهُۚ وَانْظُرْ اِلٰٓى اِلٰهِكَ الَّذ۪ي ظَلْتَ عَلَيْهِ عَاكِفًاۜ لَنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنْسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفًا 97

97. Dedi ki: “Haydi git/defol! Sen hayat boyunca ‘La misas! (Kimse bana dokunmasın, ben de kimseye dokunmayayım.)’ diyeceksin. Ve senin asla şaşmayacak (helak olacağın) bir zamanın vardır. Şimdi de sürekli başında beklediğin ilahına bak! Andolsun ki onu yakacak, sonra da (küllerini) denizde savuracağız.”


اِنَّمَٓا اِلٰهُكُمُ اللّٰهُ الَّذ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ وَسِعَ كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا 98

98. Sizin ilahınız ancak Allah’tır... O ki O’ndan başka (ibadeti hak eden) hiçbir ilah yoktur. Her şeyi ilmiyle kuşatmıştır.


كَذٰلِكَ نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ اَنْبَٓاءِ مَا قَدْ سَبَقَۚ وَقَدْ اٰتَيْنَاكَ مِنْ لَدُنَّا ذِكْرًاۚ 99

99. Böylece sana, geçmişte (yaşamış) kimselerin kıssalarını anlatıyoruz. Muhakkak ki sana, kendi katımızdan zikir/Kur’ân verdik.


مَنْ اَعْرَضَ عَنْهُ فَاِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وِزْرًاۙ 100

100. Kim de ondan yüz çevirirse şüphesiz ki o, Kıyamet Günü bir günah yüklenecektir.


خَالِد۪ينَ ف۪يهِۜ وَسَٓاءَ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ حِمْلًاۙ 101

101. O (yükün) altında ebediyen kalacaklardır. Onların Kıyamet Günü (taşıyacakları) yük ne kötüdür.


يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ وَنَحْشُرُ الْمُجْرِم۪ينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقًاۚ 102

102. Sûr'a üfürüleceği günde biz, suçlu günahkârları (yaşadıkları korku ve susuzluk nedeniyle) morarmış olarak (diriltip) huzura toplarız.


يَتَخَافَتُونَ بَيْنَهُمْ اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا عَشْرًا 103

103. Kendi aralarında: “(Dünyada) yalnızca on gün kaldınız.” diye fısıldaşırlar.


نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ اِذْ يَقُولُ اَمْثَلُهُمْ طَر۪يقَةً اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا يَوْمًا۟ 104

104. Yolu doğruya en yakın olanlar: “Siz ancak bir gün kaldınız.” dedikleri zaman, biz onların ne söylediklerini en iyi bileniz.


وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبّ۪ي نَسْفًاۙ 105

105. Sana dağlardan soruyorlar. De ki: “Rabbim onları un ufak edip savuracak.”


فَيَذَرُهَا قَاعًا صَفْصَفًاۙ 106

106. “(Dağların) yerini (hiçbir yapının olmadığı) bir düzlük ve (hiçbir bitkinin olmadığı) bir boşluk olarak bırakacak.”


لَا تَرٰى ف۪يهَا عِوَجًا وَلَٓا اَمْتًا 107

107. “Sen orada ne bir eğrilik ne de bir çıkıntı görürsün.”


يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُۚ وَخَشَعَتِ الْاَصْوَاتُ لِلرَّحْمٰنِ فَلَا تَسْمَعُ اِلَّا هَمْسًا 108

108. O gün, çaresiz, davetçinin (sesine) uyarlar. Er-Rahmân’ın (azametinden ötürü) tüm sesler kısılmıştır. Fısıltıdan başka bir şey duyamazsın.


يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ اِلَّا مَنْ اَذِنَ لَهُ الرَّحْمٰنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا 109

109. O gün, Er-Rahmân’ın izin verip sözünden razı oldukları dışında, hiç kimsenin şefaatinin bir faydası olmayacaktır.

Kur’ân’da şefaat kavramı için bk. 43/Zuhruf, 86


يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُح۪يطُونَ بِه۪ عِلْمًا 110

110. Onların önünde olanı da ardında olanı da bilir. Onlar, ilim yönünden O’nu kuşatamazlar.


وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِۜ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا 111

111. Tüm yüzler (hayat sahibi ve varlığa hayat veren) El-Hayy ve (var olmak için hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin varlığının kendisine bağlı olduğu) El-Kayyûm olanın karşısında zilletle boyun eğmiştir. Muhakkak ki zulüm taşıyan (sırtında zulüm/şirk yüküyle gelen) kaybetmiştir.


وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا 112

112. Kim de mümin olarak salih ameller yapmışsa, zulme uğramaktan ve hakkının çiğnenmesinden korkmaz.


وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْنَاهُ قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا ف۪يهِ مِنَ الْوَع۪يدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ اَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا 113

113. İşte bunu, Arapça bir Kur’ân olarak indirdik. Korkulası (vaidleri/tehditleri) çeşitli yollarla açıkladık, umulur ki korkup sakınır ya da öğüt almalarını sağlar.


فَتَعَالَى اللّٰهُ الْمَلِكُ الْحَقُّۚ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْاٰنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ يُقْضٰٓى اِلَيْكَ وَحْيُهُۘ وَقُلْ رَبِّ زِدْن۪ي عِلْمًا 114

114. (Mutlak hâkimiyet/egemenlik sahibi, mülkünde dilediği gibi tasarruf eden) El-Melik, (hak ve hakikatin kaynağı) El-Hak olan Allah yücedir. Kur’ân’ın sana vahyedilişi bitmeden (onu ezberlemek için) acele etme! De ki: “Rabbim, benim ilmimi arttır.”


وَلَقَدْ عَهِدْنَٓا اِلٰٓى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا۟ 115

115. Andolsun ki bundan önce Âdem’e, (ağaçtan yememesini emrederek) ahit vermiştik. O unuttu. Biz onda (bu ahde dair) bir azim/kararlılık görmedik.


وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى 116

116. Hani biz meleklere: “Âdem’e secde edin.” demiştik. İblis dışında hepsi secde ettiler. O diretti.


فَقُلْنَا يَٓا اٰدَمُ اِنَّ هٰذَا عَدُوٌّ لَكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقٰى 117

117. Demiştik ki: “Ey Âdem! Şüphesiz ki bu, sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın! Bedbaht olursun.”


اِنَّ لَكَ اَلَّا تَجُوعَ ف۪يهَا وَلَا تَعْرٰىۙ 118

118. “Şüphesiz sen orada acıkmayacak ve çıplak kalmayacaksın.”


وَاَنَّكَ لَا تَظْمَؤُ۬ا ف۪يهَا وَلَا تَضْحٰى 119

119. “Orada susamayacak, Güneş’in altında yanmayacaksın.”


فَوَسْوَسَ اِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَٓا اٰدَمُ هَلْ اَدُلُّكَ عَلٰى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلٰى 120

120. Şeytan ona vesvese vermiş ve demişti ki: “Ey Âdem! Sana (yediğin takdirde ebedîleşeceğin) ebediyet ağacını ve tükenmeyecek mülkü göstereyim mi?”


فَاَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْاٰتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِۘ وَعَصٰٓى اٰدَمُ رَبَّهُ فَغَوٰىۖ 121

121. (İkisi) ondan yediler, avret yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine isyan etti, şaşırdı.


ثُمَّ اجْتَبٰيهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدٰى 122

122. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve yol gösterdi.


قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَم۪يعًا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقٰى 123

123. Dedi ki: “Oradan birbirinize düşman olarak hep beraber (yeryüzüne) inin. Benden size bir hidayet gelecek. Kim de benim hidayetime uyarsa, o sapmayacak ve bedbaht olmayacaktır.”


وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى 124

124. “Kim de zikrimden (göndereceğim Kitaplardan) yüz çevirirse, şüphesiz ki ona sıkıcı/dar bir hayat vardır ve Kıyamet Günü'nde onu kör olarak diriltiriz.”


قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا 125

125. Diyecek ki: “Rabbim! Niçin beni kör olarak haşrettin? Oysa ben (dünyada) gören biriydim.”


قَالَ كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى 126

126. Buyuracak ki: “Böyle işte! Ayetlerimiz sana gelmişti, onu unutmuştun. Bugün sen de unutulup (kendi hâline terk edileceksin).”


وَكَذٰلِكَ نَجْز۪ي مَنْ اَسْرَفَ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِاٰيَاتِ رَبِّه۪ۜ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَشَدُّ وَاَبْقٰى 127

127. Aşırı gidip Rabbinin ayetlerine inanmayanları da böyle cezalandırırız. Kuşkusuz ahiret azabı, daha çetin ve daha kalıcıdır.


اَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ ف۪ي مَسَاكِنِهِمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ 128

128. Onlardan önceki nesillerden çoğunu helak etmiş olmamız, onlara gerçeği göstermedi mi? (Oysa onların helaktan geriye kalan harabe) meskenleri arasında dolaşıp (helakın izlerini görüyorlar). Şüphesiz ki bunda, akıl sahipleri için ayetler vardır.


وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَكَانَ لِزَامًا وَاَجَلٌ مُسَمًّىۜ 129

129. Şayet, Rabbinden geçmiş bir söz/hüküm ve belirlenmiş bir müddet olmasaydı (onların helak edilmesi) kaçınılmaz olurdu.


فَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَاۚ وَمِنْ اٰنَٓائِ الَّيْلِ فَسَبِّحْ وَاَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضٰى 130

130. (Öyleyse) onların söylediklerine sabret! Güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün iki ucunda tesbih et ki (Rabbin senden, sen de Rabbinden) razı olasın.

Tevhid davetçisi, Allah’ın (cc) değişmez bir sünneti olarak türlü eziyetlerle karşılaşacak, sözlü ve fiilî şiddete maruz kalacaktır (3/Âl-i İmran, 186). Rabbimiz; bu eziyetler karşısında sabrı, hamd ile Allah’ı (cc) tesbih etmeyi, çokça secde ederek Allah’a (cc) yakınlaşmayı (15/Hicr, 97-98) ve müminlerle bir arada olmayı (18/Kehf, 28) öğütlemektedir.


وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ اِلٰى مَا مَتَّعْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا لِنَفْتِنَهُمْ ف۪يهِۜ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَاَبْقٰى 131

131. Onlardan bazılarına, kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya süsüne gözünü dikme! Rabbinin rızkı, daha hayırlı ve daha kalıcıdır.


وَأْمُرْ اَهْلَكَ بِالصَّلٰوةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَاۜ لَا نَسْـَٔلُكَ رِزْقًاۜ نَحْنُ نَرْزُقُكَۜ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوٰى 132

132. Ailene namazı emret, sen de onda sabırlı/kararlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz. Biz seni rızıklandırıyoruz. Akıbet takvanındır. (Takvalı olanlarındır.)


وَقَالُوا لَوْلَا يَأْت۪ينَا بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّه۪ۜ اَوَلَمْ تَأْتِهِمْ بَيِّنَةُ مَا فِي الصُّحُفِ الْاُولٰى 133

133. Dediler ki: “Bize, Rabbinden bir ayet/mucize getirmesi gerekmez miydi?” Önceki sahifelerde bulunan apaçık deliller onlara gelmedi mi?


وَلَوْ اَنَّٓا اَهْلَكْنَاهُمْ بِعَذَابٍ مِنْ قَبْلِه۪ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلَٓا اَرْسَلْتَ اِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ اٰيَاتِكَ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَذِلَّ وَنَخْزٰى 134

134. Biz onları (uyarı gelmeden) önce helak etmiş olsaydık diyeceklerdi ki: “Rabbimiz! Bize bir resûl yollasaydın da, (azapla) zelil ve rezil olmadan senin ayetlerine uysaydık.”


قُلْ كُلٌّ مُتَرَبِّصٌ فَتَرَبَّصُواۚ فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِيِّ وَمَنِ اهْتَدٰى 135

135. De ki: “Herkes gözetlemektedir! Siz de gözetleyin (bakalım). Kimin doğru yolun ehli olduğunu ve hidayete erdiğini ileride bileceksiniz.”


Meryem Suresi Enbiyâ Suresi